Partiler var olmalı der kutsal yazı: oportet enim haereses esse. Müthiş bir “olmalıdır” çekiyor Bossuet, derin bir huşu içinde, bu “olmalıdır” ın kökenini öğrenmeye cesaret etmeden.
Biraz düşünmek, bizim partilerin ilkesi ve anlamı hakkında aydınlattı. Bu yüzden şimdi amaçlarını ve hedeflerini tanımaya çalışacağız.
Bütün insanlar eşit ve özgürdürler: yani toplum doğası ve tanımı gereği otonomdur ve yönetime ihtiyacı yoktur. Her vatandaşın faaliyet alanı, çalışmanın doğal paylaşımı ve mesleğin seçimiyle belirlendiğinden, toplumsal işlevler harmonik bir sonuç ortaya çıkaracakları bir bağlantı içinde olduklarından; düzen, herkesin özgür faaliyetinin sonucu oluşur; yönetim yoktur. Kim beni yönetmek için bana sataşırsa, bir erk soyguncusu ve bir tirandır; onu düşmanım ilan ederim.
Ama sosyal fizyoloji, böyle bir eşitlikçi örgütlenmeyi en baştan olanaklı kılmış değildir. Toplumda ortaya çıkan ilk düşüncelerden birisi olduğu görülen takdiri ilahi düşüncesi ona karşı çıkmaktadır. Eşitliğe, birbirini takip eden bir dizi tiranlıktan ve yönetimlerden sonra ulaşıyoruz, bu sıradan özgürlük, İsrail’in Yahova ile yaptığı gibi, mutlakçılık ile sürekli kavga içinde olmuştur. Demek ki bizim için eşitlik sürekli olarak eşitsizlikten ortaya çıkmaktadır; özgürlüğün babası yönetimdir.
İlk insanlar ormanlarda toplum kurmak için biraraya geldiklerinde, bir komandit şirketin hissedarlarının yapacağı gibi: “haklarımızı ve sorumluluklarımızı, her birimizin ve hepimizin en büyük ölçüde esenliğe ulaşacağı ve böylelikle aynı zamanda eşitliğimiz ve bağımsızlığımız teminat altına alınmış olacak şekilde örgütleyelim” demediler. Bu kadar ileri bir düşünce ilk insanın ufkunu aşıyordu ve aydınlatıcılar (Revelateurs) teorisi de tam tersine işliyordu. Tamamen başka bir telden çalıyorlardı: başımıza, bizi gözetleyen ve yönlendiren bir OTORİTE dikelim: constituamus super nos regem. Bizim köylülerimiz de 10 Aralık 1848’de oylarını Louis Bonaparte’a verirken böyle düşündüler. Halk, özgürlüğü seçecek hale gelmediği müddetçe iktidaı seçer. Her otorite de tanrısal kökenlidir: omnis potestas a Deu diyor Paulus.
Dolayısıyla, otorite, insan soyunun ilk toplumsal düşüncesi olmuştur.
İkincisi ise doğrudan doğruya, otoriteyi ortadan kaldırmak için çalışırken ortaya çıkmıştır. Herkes otoriteyi, kendi özgürlüğü için, başkalarının özgürlüğüne karşı kullanmak ister. Partilerin yönelimi ve çalışması budur.
Otorite ortaya çıkar çıkmaz, genel bir sürtüşmenin konusu da olmuştur. Otorite, yönetim, iktidar, devlet -bu kelimelerin hepsi bir ve aynı şeyi belirliyorlar-. Herkes bunda, kendisi gibileri baskı altında tutmanın ve sömürmenin aracını görüyor. Mutlakçılar, doktrinerler, demagoglar ve sosyalistler bıkıp usanmadan gözlerini kıbleye diker gibi otoriteye dikiyorlar. Radikal partinin, doktrinerlerin ve mutlakçıların da reddetmeyecekleri o safsatası da bundan kaynaklanıyor: sosyal devrim amaçtır; politik devrim (yani otoritenin el değiştirmesi) araçtır. Bu demektir ki: şahsınızın ve mallarınızın üstündeki ölüm ve kalım hakkını bize verin biz sizi özgür yapacağız! 6000 yıldan fazla bir zamandır krallar ve ruhbanlar aynı şeyi söylüyorlar.
Partiler ve yönetimler böylece dönüşümlü olarak birbirlerinin nedeni, amacı ve aracıdırlar. Birbirleri için yaşarlar, ortak bir yönelimleri vardır: halkları sürekli kurtuluşa çağırmak, onların eylem güçlerini, kabiliyetlerini kısıtlayarak uyandırmak, onların aklını oluşturmak ve halkları sınırlandırarak bütün beklentilerine ve ihtiyaçlarına karşı hesaplı bir direnç göstermek yoluyla sürekli ilerlemeye doğru itmek. Sen bunu yapmamalısın! Sen kendini bundan uzak tutmalısın. Hangi parti başta olursa olsun, yönetim hiçbir zaman başka bir şey söylemesini bilmemiştir. Cennetten beri YASAK insan soyunun eğitim sistemidir. Fakat insan bir kere reşit olmuştur, yönetimler ve partiler artık ortadan kalkmalıdır. Bu yargıya, sosyalizmin mutlakiyetçilikten, felsefenin dinden doğduğunu ve eşitliğin eşitsizliğe dayandığını gördüğümüz aynı mantıki kesinlik, aynı zorunluluk sonucunda varılmaktadır.
Felsefi inceleme yoluyla, otoritenin ilkesinin, biçimlerinin ve etkilerinin sıgaya çekilmesi halinde, her biçim ve prensipteki ruhani ve dünyevi otoritenin kuruluşunda, özü gereği asalakça ve yeyici olan, tiranlıktan ve sefaletten başka birşey yaratmaktan aciz olan hazırlayıcı bir organizmadan başka bir şeyle karşılaşılmaz. Felsefe bunu, devletin zoru bilimsel bir sonuç değil, kendiliğindenliğin bir ürünü olduğu için, enine boyuna tartışıldığında ortadan kalkacağından, bir halk üzerinde otorite kurulmasının yalnızca bir geçiş biçimi olduğunun aksine, tutarlı olarak kanıtlar. Kıskanç partilerin iddia ettikleri ve bu yüzden kavgaya tutuştuklarının aksine, zamanla daha güçlü olmaktan ve genişlemekten çok kendini sürekli olarak indirgemeli ve endüstriyel örgütlenmenin içinde dağılmalıdır. Nihayetinde toplumun ÜSTÜNDE değil ALTINDA bulunmalıdır. Felsefe, radikallerin cümlesini tersine çevirmekte ve şu sonuca varmaktadır: politik devrim yada insanlar arasında otoritenin kaldırılması amaçtır, sosyal devrim bunun aracıdır.
Bundan dolayı, diye ekler felsefe, iktidarı oynadıkları müddetçe istisnasız bütün partiler mutlakiyetçiliğin çeşitli biçimleridir ve bu yüzden, politikanın el kitabında otoriteden vazgeçmek, otoriteye inanmanın yerini alıncaya kadar vatandaşlar için özgürlük, toplum için düzen, işçiler arasında birlik olmayacaktır.
Partilere son!
Otoriteye son!
İnsanların ve vatandaşların mutlak özgürlüğü!
Benim politik ve sosyal inancım bu üç cümleye dayanıyor. Her türlü hükümeti olumsuzlayan bu düşünceyle, bir gün nadir bir zekaya sahip, fakat bakan olmayı isteyecek kadar zayıf bir adama “bizimle birlikte her türlü iktidar ve hükümetten vazgeçmek için yemin ediniz! Avrupa’nın ve dünyanın dönüştürülmesi için devrimci ve gazeteci olarak kalınız!” demiştim. (Representant du peuple, 5 Haziran 1848) Beni şöyle yanıtladı: “Devrimci olmanın iki biçimi vardır: yukarıdan, bu inisiyatifle, zekayla ilerleme ve fikirlerle yapılan devrimdir; aşağıdan, bu ayaklanma, şiddet, umutsuzluk ve barikatlarla yapılan devrimdir. Ben her zaman yukarıdan bir devrimciyim ve hep öyle olacağım, buna karşılık asla aşağıdan bir devrimci olmadım, ve hiçbir zaman da olmayacağım. Bu yüzden beni bir yönetimin yıkılması için edilen yeminlerde hesaba katmayınız, bu benim anlayışımla çelişiyor. Ben yalnızca bir tek düşünceye açığım: yönetimi iyileştirmek.” (Presse, 6 Haziran 1848)
Yukarıdan ve aşağıdan arasındaki bu farkta gerçekten çok laf kalabalığı yatmaktadır. Bay De Girardin böylelikle yeni ve anlamlı bir şeyler söylediğini zannediyor fakat devlet gücünün yardımıyla devrimleri destekleyeceklerine inanan ve her zaman gerilemelerinde etkili olan demagogların ezeli hüsnükuruntularının tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor. Bay De Girardin’in düşüncelerini biraz daha iyi sınayalım.
Bu aklı bol yayıncı, insiyatif, zeka, ilerleme ve fikirler yoluyla devrimi “yukarıdan devrim”, buna karşılık ayaklanma ve umutsuzlukla yapılan devrimi “aşağıdan devrim” olarak anmayı tenezzül buyuruyor. Bu gerçekliğin tam tersidir.
Kendisinden alıntı yaptığımız yazara göre, yukarıdan açıkça devlet zoru ve aşağıdan halk anlamına geliyor. Bir tarafta yönetimin işleri, öbür tarafta kitlelerin insiyatifi.
Bu yüzden, bu faaliyetlerden, hükümetin ve halkınkilerden hangisinin daha makul, daha ilerici, daha barışçı olduğunu bilmek söz konusudur.
Yukarıdan devrim -daha sonra temellendireceğim gibi- ancak bir prensin iyi niyetiyle, bir bakanın keyfince, bir meclisin kör topal ilerlemesiyle, bir kulübün şiddet eylemleriyle gerçekleşebilir. O, diktatörlük ve despotizm yoluyla devrimdir.
14. Louis, Napolyon, 10. Charles bu tarzda davranmışlardır; Guizot, Louis Blanc, Leon Faucher de böyle yapmak istiyorlar. Beyazlar, maviler, kırmızılar, bu noktada tamamen uyum içindeler.
Kitlelerin insiyatifi yoluyla devrim, vatandaşların görüş birliği ile, işçilerin deneyimi ile, ilerleme ve aydınlanmanın yayılmasıyla gerçekleşir; o özgürlük yoluyla devrimdir. Condorvet, Turgot, Robespierre, aşağıdan devrimi, gerçek demokrasiyi aradılar. En fazla devrim yapan ve en az hüküm süren adamlardan birisi kutsal Ludwig (9. Louis) idi. Franda, kutsal Ludwig’in zamanında kendini geliştirdi. Bir asma’nın kendi filizlerini sürmesi gibi, kendi efendilerini ve Vasallarını yarattı. Kral ünlü düzenlemesini ilan ettiğinde yalnızca kamu iradesini yansıtıyordu.
Sosyalizm, tamamen radikalizmin yansımasına düşmüştür.
Tanrısal Platon, daha iki bin yıl önceden buna hazin bir örnek teşkil etmektedir. Saint-Simon, Fourier, Owen, Cabet, Louis Blanc, çalışmanın devlet tarafından örgütlenmesinden yana olan herkes, Girardin gibi yukarıdan devrimi haykırıyorlar. Halk’a kendi kendisini örgütlemeyi, kendi aklına ve kendi deneyimine başvurmayı öğretmek yerine, ondan iktidar ve şiddet talep ediyorlar. Despotlardan ne farkları var? Ama onlar, bütün despotlar gibi, aynı zamanda ütopyacıdırlar da; birileri ortadan kayboluyorlar, ötekileri de kök salamazlar.
Hükümetin, herhangi bir zaman için devrimci olabileceği düşüncesi, -çok basit nedenlerden ötürü, çünkü o bir hükümet oldduğu için- içinde bir çelişki taşımaktadır. Yalnızca toplum, akılla donanmış kitle, kendi devrimini yapabilir, çünkü yalnızca kendisi, kendiliğindenliğini akıllıca geliştirebilir, kendi yöneliminin ve kendi kökeninin gizini aydınlatabilir ve ifade edebilir, kendi inancını ve felsefesini değiştirebilir ve son olarak yalnızca toplum kendi yaratıcısına karşı savaşma ve kendi mahsüülünü üretme yeteneğine sahiptir. Yönetimler, Tanrının kılıçlarıdır, dünyayı zapt-ü rapt altında tutmak için getirilmişlerdir. Ve siz onlardan kendi kendilerini yok etmelerini, özgürlük getirmelerini ve devrimler yapmalarını istiyorsunuz.
Bu imkansızdır. İlk kralın kutsanışından (İsa’dan ç.n.), insan haklarının ilan edilişine kadar bütün devrimler, halkın kendiliğindenliği ile yapılmışlardır. Yönetimler hiçbir zaman devrim yapmamış, aksine devrimleri her zaman engellemiş, bastırmış ve yok etmişlerdir. Eğer bizzat -çelişik bir biçimde- devrimci bilime, sosyal bilime sahip olsalardı bile, onu uygulayamazlardı, buna hakları da yoktu. Önce bilimlerini vatandaşların rızasını almak için halkın gözetiminden geçirmeleri gerekirdi ve bu da otorite’nin esasını ve devlet hakimiyetini tanımamak anlamına gelirdi.
Burada gerçekler teoriyi doğruluyorlar. En özgür uluslar, devlet hakimiyetinin en az etki ve yetki sahibi olduğu, görevlerinin en fazla sınırlandığı toplumlardır. Burada yalnızca Amerika Birleşik Devletlerini, İsviçre’yi, İngiltere’yi ve Hollanda’yı anabiliriz. En özgür olmayan uluslar, devletin egemenliğinin, bizdeki gibi en fazla örgütlü ve en güçlü olduğu uluslardır. Yine de bıkıp usanmadan yönetilmediğimizden şikayet ediyoruz; güçlü ve hep daha güçlü bir devlet hakimiyeti istiyoruz.
Eskinde kilise, yumuşak bir anne gibi: Her şey halk için, ama her şey rahipler yoluyla, demişti.
Kilise’den sonra monarşi geldi ve dedi ki, her şey halk için ama her şey prensler yolutla.
Doktrinerler: Her şey halk için, ama her şeyi burjuvazi yoluyla diyorlar.
Radikaller prensibi değil ama formülü değiştirdiler: Her şey halk için, ama her şey devlet yoluyla.
Hep aynı yönetilme hevesi, hep aynı komünizm.
Kim nihayet şunu söylemeye cesaret edecek: Her şey halk için, her şey halk yoluyla, yönetimin kendisi de. -Her şey halk için: tarım, ticaret, endüstri, felsefe, din, polis vb. Her şey halk tarafından, yönetim ve din, çiftçilik ve ticaret.
Demokrasi uhrevi ve dünyevi bütün tahakkümlerin, yasama, yürütme ve yargı tahakkümlerinin ve mülkiyetin tahakkümünün ortadan kaldırılmasıdır. Hiç kuşkusuz ki İncil bize bunu vaaz etmiyor. Bu, toplumların mantığı ile, devrimci davranışların silsilesi ile, modern felsefe ile oluyor. Lamartine ve bay de Genoud’a göre yönetim: İstiyorum demei ve ülke yalnızca: rıza gösteriyorumd iye cevaplamalı! Yüzyılların deneyimi onlara en iyi yönetimin, kendisini gereksiz hale getirmeyi bilen yönetim olduğunu söylüyor. Çalışmak için asalaklara, Tanrıyla konuşmak için rahiplere ihtiyacımız var ım? Bizi yöneten seçilmiş insanlara da o kadar az ihtiyacımız var.
Birisi, insanın insan tarafından sömürülmesinin hırsızlık olduğunu söylemişti. Pekala! İnsana insan tarafından hükmedilmesi de köleciliklir. Papalık otoritesinin doğmasıyla sonuçlanan her din, insanların insanlara tapınmasından putperestlikten başka bir şey değildir.
Her zaman tahtın, Altar’In (kiliselerdeki kutsal masa, ç.n.) ve para torbasının üstünde yükselen mutlakiyetçilik, zincirlerini bir ağ gibi insanlığın üstüne yaydı.
İnsanın insan tarafından sömürülmesinden, insanın insana hükmetmesinden, insanın insana tapınmasından başka bir de
İnsanın insanlarca yargılanması
İnsanın insan tarafından mahkum edilmesi
Ve diziyi tamamlamak üzere, insanın insan tarafından cezalandırılması var!
Kendileriyle gurur duyduğumuz, zamanla olgun bir meyve gibi pörsüyüp yere düşünceye kadar kendilerine saygı ve itaat göstermemiz gereken bu kurumlar, çıraklık dönemimizin aletleri, kör içgüdünün insanlık üzerindeki hakimiyetinin görünür belirtileri, kanlı geleneklerin zayıf, fakat bozulmamış kalıntılarıdır ve insan soyunun gençlik dönemine işaret ederler. Yamyamlık, gaddar aletleriyle birlikte uzun süre önce ortadan kaldırılmışlardır. İktidar sahiplerinin direnmesine rağmen. Ama şimdi, bütün kurumlarımızın ruhunda hala yaşamaktadır. Kanıt olarak kutsal akşam yemeğinin takdis merasimi (sakrament) ve ceza yasası kitabımızı gösterebilirim.
Felsefi akıl, yabanılların bu basit fikirlerine itibar etmez, insani saydı’nın bu abartılmış biçimlerini horgörür. Fakat, Radikaller ve Doktrinerler gibi, bu Reform’un devletin yasama gücü vasıtası ile yapılabileceği görüşünde de değildir. Herhangi bir kimsenin, halkın iyiliğini, halkın iradesine karşın kendisine dert etme hakkında sahip olduğunu, yönetilmek isteyen bir ulusu özgürleştirmenin meşru olduğunu kabul etmez. Felsefe yalnızca, toplumların özgür iradelerinden kaynaklanan reformlara itimat eder. Felsefenin tanıdığı yegane devrimler, kitlelerin insiyatifinden kaynaklananlardır. Yönetimlerin devrimci yetkilerini tamamen reddeder.
Söylenenleri kısaca toparlarsak, toplumun bölünmesi, insanın ilk günahının korkunç etkisi olarak görünür. Grek mitolojisi bunu, bir ejderhanın dişlerinden yaratılan ve birbirlerini doğar doğmaz yiyen savaşçılar masalıyla ifade etmiştir. Tanrı bu mite göre, insanlığın yönetimini uzlaşmaz partilerin eline bırakmıştı, böylelikle anlaşmazlık yeryüzünde Tanrının hükümdarlığını kurar ve insan sabit bir tiranlık altında, düşüncelerini başka bir dünyaya yöneltmeyi öğrenir.
Akıl’a göre partiler yalnızca toplumu temel düşüncelerinin sahneye konulması, soyutlamaların gerçekleştirilmesi, anlamı özgürlük olan metafizik bir pandomimdirler.
P. J. Proudhon,
Bir Devrimci’nin İtirafları kitabından, 1849
P.J. Proudhon’un Makaleler kitabından alınmıştır.
Çeviri M. Tüzel, Birey Yayınları, Temmuz 1992.