Z: Şu anda olanlarda niteliksel bir değişim var mı?
Sanırım, niteliksel bir değişim var. Oslo süreci 1998 yılında İsrailli akademisyen Shlomo Ben-Ami tarafından net bir şekilde tanımlanmıştı. Ben-Ami daha sonra Barak hükümetine katıldı ve 2000 yazında Camp David’de Barak’ın baş arabulucusu oldu. Ben-Ami “pratikte, Oslo anlaşmalarının yeni-sömürgeci bir temele, birinin diğerine sonsuza kadar bağımlı kalmasına dayandığını” gözlemledi. Bu amaçlarla, Clinton-Rabin-Peres anlaşmaları, Filistinlilere “neredeyse tamamen İsrail’e bağımlılık” empoze ederek, “bağımlılık durumunu kalıcı kılacak genişletilmiş bir sömürgesel durum” yaratmak için tasarlandı.
Filistin Otoritesi’nin fonksiyonu, İsrail yeni-sömürge konumundaki nüfusu kontrol etmekti. Bu şekilde süreç, Camp David önerilerini de içine alarak, adım adım açılmaya başladı. Clinton-Barak’ın belirsiz ve muğlak pozisyonu burada “dikkat çekici” ve “yüce gönüllü” olarak duyuruldu. Ancak gerçeklere bakıldığında, İsrail’de sık sık tarif edildiği gibi bir Batustan (Güney Afrika’da, ‘apartheid’ döneminde siyahlara gelecekte özgür olması için verilen topraklar) önerisinden öteye gitmiyordu. Muhtemelen ABD’de ilk adımlarda haritaların ortaya çıkarılmasından kaçınılmasının nedeni de buydu. Clinton-Barak’ın, Güney Afrika’nın ‘apartheid’ın en kara günlerinde uyguladığı Batustan türü yerleşimlere doğru bir kaç adım attığı doğrudur. Camp David’in hemen öncesinde, Batı Şeria Filistinlileri 200’ün üzerinde parçalanmış alana hapsedildi. Clinton ve Barak bir iyileştirme önerisinde bulundular: İsrail kontrolünde üç kanton kurulması. Bu üç kanton, neredeyse birbirlerinden ve Kudüs’ün doğusundaki dördüncü bir kantondan ve elbette Gazze’den tamamen kopuk olacaktı.
Ama anlaşılan şimdi bu plan Filistin Otoritesi’nin yok edilmesi amacıyla rafa kaldırılmış durumda. Clinton ve İsrailli işbirlikçileri tarafından planlanan potansiyel Bantustan’ın kurumlarının da yıkıldığı anlamına geliyor; son bir kaç günde yıkılan kurumlara bir insan hakları merkezi de eklendi. Bantustan’ların siyah liderlerine denk düşen Filistinli figürler de saldırı altındalar. Öldürülmemelerinin nedeni de muhtemelen doğuracağı uluslararası sonuçlardan çekinilmesi. Önemli İsrailli akedemisyenlerden Ze’ev Sternhell hükümetin “gerçekte sömürgeci politikasını uygularken, beyaz polislerin Güney Afrika’da apherteid sırasında fakir bölgeleri kontrolü altına almasını hatırlatan hareketlerini, savaş olarak adlandırmaktan artık utanç duymadığını” yazıyor. Bu yeni siyaset, Clinton-Rabin-Peres üçlüsünün ve arkadaşlarının Oslo “barış sürecinde” Güney Afrika’nın 40 yıl önce uyguladığı Bantustan modeline geçiş arzularından da geri adım atılması demek.
Bu gelişmelerin hiçbiri son 10 yıldır yazılan analizleri okuyanlar için sürpriz değil. Bu analizlere, gelişmeler yaşandıkça Znet’e düzenli olarak gönderilen makaleler de dahil.
İsrail liderliğinin bu programları nasıl uygulayacağı ise belirsiz – sanırım onlar için de.
ABD ve Batı’da İsrail’i ve özellikle de Şaron’u suçlamaya müsait bir ortam var, ancak bu ne adaletli ne de pek dürüstçe. Şaron’un gerçekleştirdiği zulümlerin pek çoğu İşçi Partisi hükümetleri altında yapıldı. Peres, savaş suçlusu olarak Şaron’a yaklaşıyor. Daha da ötesi, temel sorumluluk son 30 yıldır Washington’da yatıyor. Bu hem genel diplomatik çerçeve hem de belirli harektler için geçerli. İsrail, ancak efendisi Washington’un arkadan belirlediği sınırlar dahilinde hareket edebilir.
Z: 30 Mart tarihli Güvenlik Konseyi Kararı’nın anlamı nedir?
Buradaki temel konu, İsrail’in, Ramallah ve son saldırıda işgal ettiği diğer Filistin bölgelerinden hemen, ya da en azından bir son tarih verilerek, çekilmesi için bir talep çıkıp çıkmayacağıydı. ABD’nin pozisyonu kaçınılmaz olarak ağır bastı: “İsrail birliklerinin Filistin şehirlerinden çekilmesi” için zaman belirtilmeden sadece belirsiz bir çağrı yapıldı. Karar metni bu nedenle ABD’nin, basında da defalarca yenilenen duruşuna uygun düştü: İsrail saldırı altındadır ve kendini savunma hakkına sahiptir, ancak Filistinlileri cezalandırmakta çok ileri gitmemelidir, en azından bunu alenen yapmamalıdır.
Tartışılması oldukça güç olan gerçekler ise oldukça farklı. Filistinliler, şimdi 35. yılına girmiş olan İsrail işgali altında hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bu süreç, ABD’nin askeri ve ekonomik desteği, uzun vadeli uluslararası bir uzlaşmayla siyasi bir anlaşmaya varılmasına neden olan diplomatik koruma sayesinde çok daha sert ve acımasız geçti. Bu karşılaşmada en ufak bir simetri bile yok, ve yaşananları İsrail’in kendini savunması olarak değerlendirmek, güç çıkarları adına standard çarpıtma metodlarının da ötesine geçiyor. Filistin terörünün 30 yıldır haklı olarak çok şiddetli bir şekilde kınanıyor olması da temel gerçekleri değiştirmiyor.
Dikkatli bir şekilde merkezi konuları dışarda bırakan 30 Mart Kararı, büyük sürpriz olarak karşılanan ve sadece ABD tarafından her zamanki gibi veto edilmemesiyle değil, şahsen Washington tarafından hazırlanmasıyla olumlu değerlendirilen 12 Mart tarihli Güvenlik Konseyi kararına benziyor. Bu karar bir Filistin devleti “vizyonu”nun oluşturulması çağrısında bulunuyordu. Apartheid rejiminin 40 yıl önce sadece bir “vizyon”dan bahsetmeyip, bugün ABD ve İsrail’in işgal altındaki topraklarda kurmayı planladıkları devlet kadar uygulanabilir ve meşru devletleri siyahların yönetimine vermiş olması nedeniyle, karar, Güney Afrika’daki seviyeye bile ulaşmadı.
Z: ABD şimdi ne yapacak? Bu nazik durumda ABD’nin hangi çıkarları tehliye düşebilir?
ABD küresel bir güç. İsrail ve Filistin’de olanlar ise işin tali yönü. ABD politikasını etkileyecek pek çok faktör var. Bu bölgede en önemli etken, dünyanın temel enerji kaynaklarının kontrol edilmesi. ABD-İsrail ilişkisi bu bağlamda şekillendi. 1958 itibariyle, Ulusal Güvenlik Konseyi, yükselen Arap milliyetçiliğine muhalefet etmenin “mantıklı sonucu”nun, Ortadoğu’da Batı yanlısı olarak kalan tek gücü İsrail’i desteklemekten geçtiğini gördü. Bu bir abartma, ama Üçüncü Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da yerel milliyetçiliği temel tehdit olarak gören genel stratejik analizin de bir doğrulaması. Bu tehdit, çoğunlukla bir iç kayıt amaçlı propoganda terimi olarak kullanıldığının bilinmesine ve Soğuk Savaş konularının 1958 yılındaki hayatiliğinin artık marjinelleşmesine karşın tipik bir şekilde “komünist” olarak adlandırılıyor. İttifak, 1967 yılında, ABD tarafından Körfez bölgesindeki dominasyonuna ciddi bir tehdit olarak gördüğü Arap milliyetçiliğinin temel güçleri İsrail tarafından imha edildiğinde, sıkılaştı. Sorunlar SSCB’nin çökmesinden sonra da sürdü. Şu anda ABD-İsrail-Türkiye ittifakı ABD stratejisinin merkezini oluşturuyor, İsrail neredeyse bir ABD üssü olarak faaliyet gösteriyor ve ABD’nin askerileşmiş yüksek teknoloji ekonomosi ile iç içe geçmiş durumda.
Bu tutarlı çerçeve içerisinde, ABD doğal olarak İsraillilerin Filistinlileri bastırmasını ve işgal altındaki toprakların entegre edilmesini destekliyor. Bu desteğe, -duruma göre özel siyaset değişikleri yapılması gerekse de- BenAmi tarafından temel hatları çizilen yeni-sömürgeci proje de dahil. Şu anda, Bush’un planlamacıları, diplomatik çözüme giden ya da en azından şiddeti azaltacak basamakları tıkamayı sürdürüyorlar; Mitchell planının uygulamaya geçirilmesi ve şiddetin azaltılması için uluslararası gözlemcilerin bölgeye yerleştirilmesi konusunda 15 Aralık 2001 tarihli Güvenlik Konseyi Kararı’nın ABD tarafından veto edilmesinin anlamı buydu. Benzer nedenlerle ABD, Cenevre’de 5 Aralık’ta gerçekleştirilen ve Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun işgal altındaki toprakları da kapsadığını ve bu nedenle kritik önem taşıyan ABD-İsrail hareketlerini savaş suçları olarak tanımlayan Konvansiyonu ciddi olarak çiğnediğini kabul eden uluslararası toplantıları (ki bu toplantılara AB ülkeleri, hatta İngiltere bile katılmıştı) boykot etmişti.
Bu karar, BM Güvenlik Konseyi’nin Ekim 2000 tarihinde, ABD’nin çekimser kalmasıyla, Konvansiyon’un işgal altındaki toprakları da kapsadığı kararının yinelenmesiydi. Bu aynı zamanda George Bush’un, BM büyükelçisi olduğu dönemde, ABD’nin resmi pozisyonuydu da. ABD bu gibi durumlarda, uluslararası hukuk kurallarının temel prensiplerine kamuoyu önünde karşı çıkıyor duruma düşmemek için, özellikle de anlaşmalarla bağlı olduğu kurallara karşı davranmamak amacıyla; mesela Naziler’in savaş suçları nedeniyle, işgal ettikleri topraklarda yaptıkları için cezalandırılmaları için attığı imzalara ters düşmemek kaygısıyla, düzenli olarak, çekimser kalmayı ya da boykot etmeyi tercih ediyor: Medya ve entellektüel kültür, genelde istenmeyen gerçeklerden oluşan kendi boykotunu oluşturuyor: ABD hükümetinin yasal olarak resmi anlaşmaları ihlal edenleri, kendi siyasi kadroları dahil, cezalandırma zorunluluğu olduğu gerçeğini görmezden gelmeleri gibi.
Bu sadece küçük bir örnek. Bu arada, güç ve terör kullanılarak işgalin sürdürülmesi için silah ve ekonomik destek akışı kesintisiz olarak sürdürülüyor.
Z: Arap zirvesi konusundaki fikriniz nedir?
Arap zirvesi, uluslararası konsensusu sağlayan temel prensiplerin tekrarlanmasından oluşan Suudi Arabistan planının genel kabulüne yol açtı. Bu prensiplerin başında, İsrail’in, İsrail ve yeni kurulacak bir Filistin devleti başta olmak üzere, bölgedeki her devletin haklarını garanti altına alacak, karşılıklı tanınan sınırlar içerisinde barış ve güvenliği sağlayacak (BM 242 sayılı kararının, Filistin devletini de ekleyerek yenilenen temel sözleri), genel bir barış anlaşması çerçevesinde işgal ettiği topraklardan geri çekilmesi yer alıyor. Bunda yeni bir şey yok. Bunlar, Güvenik Konseyi’nin 1976 yılında aldığı kararda yer alan ve aralarında Arap dünyası, FKÖ, Avrupa, Sovyet bloğu, tarafsızlar ve aslında konuya önem veren herkesin bulunduğu, dünyanın neredeyse tamamı tarafından destek gören maddelerden oluşuyor. Bu tasarı, İsrail tarafından reddedilmiş ve ABD tarafından da veto edilerek, bildik nedenlerle, tarih sahnesinden de vetolanmıştı.
ABD inkarcılığı aslında 5 yıl öncesine, Şubat 1971’e dayanıyor. O zaman, Mısır Devlet Başkanı Sedat, İsrail’e, Mısır topraklarından çekilmesi karşılığı, diğer işgal altındaki toprakların durumunu ve Filistin sorununu bile ortaya getirmeden, tam bir barış anlaşması önerisiyle gelmişti. İsrail’in İşçi Partisi hükümeti, bunu eşi benzeri bulunmaz bir barış anlaşması olarak değerlendirdi, ancak Batı Sina’daki yerleşimlerini genişletmek amacıyla reddetti. Ve bu planınını uygulamaya soktu, bu da 1973 savaşına neden oldu. Askeri işgal altında tutulan Filistinliler için uygulanacak plan, kabinesindeki meslektaşlarına, Filistin sorununa sempatik bakışıyla tanınan İşçi Partisi liderlerinden Moshe Dayan tarafından açıklandı. İsrail şunu açıkça söylemelidir ki “Çözümümüz yok, köpek gibi yaşamaya devam etmek zorundasınız ve her kim ayrılıp gitmek isterse, bu sürecin nereye varacağını beklemeye hazırız.” Bu öneriyi takiben, işgalin sürekli hale getirilmesi, aşağılanma, gurur kırıcı davranışlar, işkence, terör, mala zarar verme, zorunlu yer değiştirme, temel kaynakların, özellikle de suyun ele geçirilmesi temel prensip haline getirildi.
Sedat’ın 1971’deki teklifi, ABD siyasetini onayladı, ancak Kissinger bir satranç terimi olan “Pat” adını verdiği kendi tercihini kurmakta başarılı oldu: Görüşme yok, sadece güç var. Ürdün’ün barış teklifleri de geri çevrildi. O zamandan beri, resmi ABD görüşü uluslararası konsesusu çekilme konusunda tutmak oldu (Clinton, BM kararlarını ve uluslararası hukukun gereklerini fiili olarak fesh edene kadar). Ancak pratikte, siyaset Kissinger çizgisini takip etti; Kissinger’ın temel sorumluluğunu taşıdığı 1973 savaşının, Ben-Ami şartlarıyla yaptığı gibi, sadece mecbur kalındığında görüşmelere katılmak.
Resmi doktrin bize, sanki problem Arap devletleri ve FKÖ’ymüş gibi, bu ülkelerin tek amacı İsrail’i denize dökmekmiş gibi, Arap zirvesine dikkatimizi toplamamızı söylüyor. Haberler, temel sorunu Arap dünyasındaki, çekinceler gibi gösteriyor. Arap devletlerinin ve FKÖ’nün lehinde söylenebilecek pek az şey var, ancak bu iddialar basit bir şekilde gerçek dışı, geçmiş kayıtlara bakıldığında bu gerçek ortada.
Daha ciddi basın yayın organları, Suudi planının geniş bir biçimde, Arapların İsrail’in varlığını reddeden anlayışını baltalayan 1981 yılındaki Suudi Fahd Planı’nı yinelediğini fark ettiler. 1981 planı, İsrail tarafından, genel basının bile “histerik” dediği bir tavırla, ABD’nin desteğiyle, reddedilmişti. Bu tavıra Şimon Peres ve diğer sözde güvercinlerin de Fahd planının “İsrail’in varlığını kökünden tehdit ettiği” gerekçesiyle karşı çıkmalarını ekleyebiliriz. Histeri tespitinin bir diğer belirtisi de, yine bir güvercin olarak tanınan İsrail Cumhurbaşkanı Haim Herzog’un tepkisi olmuştu. Herzog, Fahd planının gerçek yazarının FKÖ olduğunu söylemiş ve kendisi BM’de büyükelçiyken, 1976 yılında FKÖ tarafından “hazırlatılan” BM Güvenlik Konseyi kararından bile aşırı olduğu suçlamasında bulunmuştu. Bu iddiaların gerçek olma olasılığı çok düşük, ancak bunlar, ABD tarafından desteklenen, İsrailli güvercinlerin tarafında, siyasi çözümün ne kadar korkutucu olduğunun bir göstergesi. Bu durumda temel problemin kökü, şimdi olduğu gibi, İsrail’in, Suudi önerisinde olduğu gibi, uluslararası konsensusu sağlayacak siyasi bir çözümü sürekli olarak reddetmesini destekleyen Washington’a dayanıyor.
Bu gibi temel gerçeklerin tartışmalara girmesine izin verilene kadar, standard saptırmacılığı kaydırarak ve hilekarlıkla sürecek tartışmalar amacının altında kalacaktır. Ve biz bu tartışmanın içine çekilmemeliyiz. Örneğin, Arap zirvesindeki gelişmelerin ciddi bir sorun oluşturacağı faraziyesine inanmak gibi. Önemi vardır elbet, ama ikincil derecede. Birincil derecede önemli sorunlar burada ve bizim sorumluluğumuz, bunlarla yüzleşmek ve uğraşmak, topu başkalarına atmaya çalışmak değil.
2 Nisan 2002
NTVMSNBC.COM’dan alınmıştır.