– Küreselleşmenin girdiği derin kriz, neoliberallerin dile getirdiği yalnızca ”mali sermayenin serbestisinin sınırlanması” gibi önlemlerle geçiştirilebilir mi? Krizi emek açısından yorumlayabilir misiniz?
N.C. – Mali akışların serbestleşmesinin sınırlanması ”neoliberal politikalarda bir ayarlama” olarak tanımlanmamalıdır. Hatta bu gelişme, neoaliberalizmin, yani ”Washington Uzlaşması” nın çok önemli bir boyutunun tersine dönmesi olarak tanımlanmak durumundadır. Aslında ”neoliberal” kavramının kendisi de oldukça saptırıcıdır. Bu akım yeni değildir. Örneğin, iki yüzyıl önce, İngiltere’de yüksek düzeyde korumacılık ve devlet müdahalesi politikaları uygulanırken, neoliberal politikalar Hindistan’a dayatılmıştır.
Bu genelleme, birinci dünya ve üçüncü dünya arasındaki bugünkü durumun neden ortaya çıktığını da açıklamaktadır. Örneğin ABD, ekonominin dinamik sektörlerinin tam merkezinde yer alan devasa bir devlet sektörünü de içerecek biçimde serbest ticaret ilkelerini radikal olarak ihlal etmektedir. Bunu söylerken örneğin GATT (Tarife ve Ticaret Genel Anlaşması) sekretaryasınca 1980’lerde ”serbest ticarete sürdürülen saldırı” olarak kınanmış olan Reagan döneminde dışalımlara uygulanan engellerin etkin olarak iki katına çıkarılması şeklinde uygulanan güçlü korumacılığı bir yana bırakıyorum.
Bu anlamda kimse yanılsamalara düşmesin. Serbest piyasa politikaları geleneksel olarak iki biçimde uygulanıyor. Piyasa disiplini güçsüz ve zayıf olanlar için hoş karşılanıyor, ama zengin ve ayrıcalıklı olanlar güçlü koruyucu devletin kanatları altında beslenmeyi istiyorlar. Mali akışların hareketliliği açısından 2. Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods sistemi, serbest ticaret ve sermaye akışının sabit kur oranlarıyla kontrolü üzerine çabalara dayanmaktaydı. Bu sistem 1970’lerin ortalarından başlayarak, Nixon ve diğer mali merkezlerin de katılımıyla ortadan kaldırılmıştır. İşte bu gelişme, şu anki ”neoliberal” döneme yol açtı.
Bu dönemin özellikleri arasında alışılmadık şekilde düşük büyüme ve verimlilik; toplumsal sözleşmenin ortadan kaldırılması; çoğunluk için gelirlerin düşmesi veya sabitleşmesi, artan eşitsizlik; çok zenginlerin kendi sektörlerinde büyük kârlar; piyasaların artan bir durumda önceden kestirilememesi ve kırılganlaşması bulunmaktadır. Çok eskiden beri iyi bilindiği gibi, mali piyasalar ”paniklere, çılgınlıklara ve çöküşlere” konu olmuştur ve bütün bu unsurlar mali piyasalara ”neoliberal” liberalleştirme politikaları dayatıldıkça sıklaşmaktadır. Geçen yaz küresel bir çöküşün olacağına ilişkin tehdit algılamaları ortaya çıkmıştır ve uygulanan politikalar sadece alışılmış kurbanlara değil, ayrıcalıklı ve zenginlere de zarar vermeye başlamıştır. Buna uygun olarak, ”post-Washington uzlaşması” çerçevesinde, bir biçimde sermaye kontrollerinin yeniden getirilmesine ilişkin konuşmalar duyuluyor. Dürüst iktisatçıların açıkça belirttikleri gibi, ekonominin nasıl işlediğine ilişkin ciddi bir anlayışa sahip olamadığımız için Tobin Vergisi (Tobin Vergisi önerisinin özü binde 0.5’ten daha az oranda bir verginin yabancı sermayenin küresel hareketlerinde her ülke tarafından uygulanmasına dayanmaktadır. Bu vergiden beklenilen, uzun dönemli sermaye hareketlerini özendirmesi, çok sık yer değiştiren spekülatif sermaye hareketlerini ise caydırmasıdır) gibi önerilmiş kontrollerin nasıl işleyeceğini kestirmek çok zordur. Bu yaklaşımlar, kesinlikle denenmeye değer olmasına karşın, yine de sorunlar bana çok daha derindeymiş gibi geliyor.
Çalışan insanların bakış noktasından, Bretton Woods sonrası sistem büyük ölçüde bir felaket getirmiştir.
ABD hane halklarının yüzde 80’inin geliri 1973’ten düşük olması bir yana, ”yeni ekonominin” başlangıç noktası sayılan 1989’dan da düşüktür. En yukarıdaki yüzde 10’un altındaki gelirlerin ”ekonomik yükselme” (boom) dönemindeki net değeri gerçekte düşmüştür. Yani borçlar, varlıklardan daha hızla artmıştır. Göklere çıkarılan ”peri masalı ekonomisi” en zengin azınlık için mükemmelken, geri kalanlar için hiç de böyle değildir. Bu yoksulluk, makroekonomik önlemlerle de büyük ölçüde arttırılmıştır. Büyüme, durgun 1970’ler ve 1980’lerden düşüktür. Kişi başına gayrisafi milli hasıla artışı OECD ortalamasındadır ve işsizlik oranı, özellikle büyük cezaevi nüfusunun resmi istatistikleri yüzde 2 arttırdığını da düşünürseniz yüz ağartıcı değildir. Dünyanın büyük bir kesimi için iki ucu keskin serbest piyasa silahları çok zararlı olmuştur.
– Gelinen noktada güney ülkeleri açısından durum nedir?
N.C. – Öneriler açısından bakınca, sermaye akışlarının serbestleşmesini engelleyecek, araştırılması gereken kısa dönemli önlemlerin bulunduğuna inanmıyorum. Örneğin, Tobin Vergisi ya da Şili’de uygulanan kısa dönemli yatırımı cezalandırma sistemi denenebilir. Herkes güçlü bir devletten yana. Soru, bu güçlü devletin kimden yana olacağıdır. Durum, vergi oranlarının ilerleyen oranlarda artırılması, toplumsal, altyapısal harcamaların yükseltilmesi yanında, kaynakların verimli kullanımı yoluyla oldukça düzeltilebilir. Kaynaklardan söz ederken, çok da uzun olmayan bir gelecekte ekolojik krizlerin son derece ciddi durumlar yaratabileceğini vurgulamak da istiyorum. Ama, aynı zamanda şunu da görmeliyiz: Dünyanın şirketleştirilmesi, piyasalara, demokrasiye, insan haklarına, klasik liberalizmin temel ideallerine ve aydınlanma düşüncesine büyük bir saldırı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yapı parçalanmalı ve diğer tiranlıkların gittiği yere gönderilmelidir, ne kadar uzun dönemde olursa olsun. Bunun izlenmesi gereken doğru yol olduğuna inanıyorum. Bunun gerçekleşmesi; işçi konseyleriyle, yöresel toplulukların denetimiyle, ülkesel düzenlemelerle ve büyük ölçekli planlamaya etkileri olacak araştırılması gereken diğer çeşitli demokratik mekanizmalarla ekonominin doğrudan demokratikleşmesi anlamına gelecektir.
30 Aralık 1998 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden alınmıştır.