Ben, vatandaşlar, -çok iyi bildiğiniz gibi- o kelimeleri yazan adamım: MÜLKİYET HIRSIZLIKTIR.
Sözlerimi geri almıyorum, Tanrı korusun. Bu ateşleyici tanımlamayı, yüzyılımızın en büyük gerçeği olarak görmekte kararlıyım. Size bütün söylemek istediğim, benim, aileden ve ev ekonomisinden yana, mal ortaklığına karşı birisi olarak, sefaletin ortadan kaldırılması ve proleteryanın özgürleşmesi için mülkiyetin olumsuzlanmasının da gerekliliğini kavramış olmamdır. Bu öğretinin değerlendirilmesinde kıstas alınması gereken şey sonuçlardır, öyleyse benim teorimi de benim pratiğime göre değerlendirin.
Mülkiyet hırsızlıktır dediğimde, ortaya bir ilke koymuyorum, aksine varılan bir sonucu ifade ediyorum. Aradaki müthiş farkı kolaylıkla kavrayacaksınız.
Şimdi, bu mülkiyet kavramı, benim tanımlamamla, ekonomik sistemin yalnızca bir sonucu, ya da en fazla genel formülü ise, peki bu sistemin ilkesi nedir, pratiği ve biçimi nedir?
Benim ilkem -vatandaşlar, bu size şaşırtıcı gelecektir- benim ilkem bir tektir, o mülkiyetin kendisidir.
Benim, insan ve vatandaş haklarını açıklamak için başka bir sembolüm, başka bir ilkem yok: ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, GÜVENLİK ve MÜLKİYET.
İnsan haklarının açıklanışı gibi, özgürlüğü, başkalarına zarar vermeyen herşeyi yapma hakkı olarak tanımlıyorum.
Aynı şekilde insan haklarının açıklanışı gibi -geçici olarak- mülkiyeti de (insanın) kendi geliri üzerinde, çalışmasının ve emeğinin ürünü üstünde özgürce tasarrufta bulunabilme hakkı olarak tanımlıyorum.
İşte benim bütün sistemim: vicdan özgürlüğü, basın özgürlüğü, çalışma özgürlüğü, ticaret özgürlüğü, eğitim özgürlüğü, özgür rekabet, kendi çalışmasının ve kendi emeğinin üzerinde özgürce tasarruf edebilme, sonsuza kadar özgürlük, mutlak özgürlük, her zaman ve her yerde özgürlük.
Bu 1789’un, 1793’ün sistemidir. Quesnay’ın, Turgot’un, J.B. Say’ın sistemidir. Bu, politik partilerimizin yayın organlarının gün be gün daha az yada daha çok anlayış ve içtenlikle kabul ettikleri sistemdir. Debats’ın, Presse’in, Constitutionel’in, Sieecle’in, National’in, Reforme’un, Gazette’nin (dönemin politik yayın organları) sistemidir. Seçmenler, nihayet bu sizin de sisteminizdir.
Bu sistem kendi kendisi ve diğerleri için gerçek gibi basit ve sonsuzluk gibi ölçülemez bir kriter oluşturur. Tek kelimeyle kendini kavrattırır ve onaylamaya zorlar. Kimse, özgürlüğe en ufak bir sınırlamanın getirildiği bir sistemin adını bile duymak istemez. O kendisini tek bir kelimeyle tanıtır ve hiç bir yanılgıya yer bırakmaz: özgürlüğün ne olup olmadığı söylemekten daha kolay ne vardır?
Yani özgürlük; ne fazla, ne eksik.
Kelimenin tam anlamıyla ve kapsamlı olarak alınırsa laissez faire, laissez passes; mantıken, eğer meşru olarak bu özgürlükten kaynaklanıyorsa mülkiyet te -benim ilkem- budur. Vatandaşlar arasında -mücbir sebeplerden kaynaklanan- kazalar dışında hiçbir ortaklık olmaması: toplum, özgür davranışı, düşüncelerin dışa vurumunu ilgilendiren hiçbir konuda, hiçbir biçimde mesul değildir. (Insolidarite Complete, Absolue)
Bu kesinlikle komünizm değildir.
Bu Muhammed’in ve Ali’nin yönetim tarzı değildir, bu diktatörlük değildir.
Bu devletin, vatandaşların bütün işlerine ve hatta aileye nüfuz etmesi anlamına gelmez.
Bu ne Babeuf, ne Saint Simon, ne de Fourier’dir.
Bu bir Franklin’in, Washington’ın, La Fayette’in, Mirabeau’nün, Manuel’in, Casimir Perier’in ve Odillon Barrot’un ve Thiers’in düşüncesidir.
Bu size rahatlatıcı mı yoksa korkucu mu görünüyor?
Ama diyeceksiniz, şubat devriminin içinde olduğu bu bekleyişle sorun nasıl çözülür?
Arkasından şu gelecektir: iktisadi olguların düzenlenmesinde özgürlüğün, genel olduğu kadar bireysel özgürlüğün de kullanılmasını hala kısıtlayan nedir?
Cevabım açık ve kesin olmalıdır. Bana göre özgürlüğü kurtarmamız gereken zincirlerden söz edeceğim, çünkü açıktır ki kendimizi özgür hissetmiyoruz; ve bu amaca ulaşmamız için gerekli araçları anacağım. Halk temsilcisi olsaydım iç ve dış politikaya ilişkin hangi sistemi uygulardım, halka, Ulusal Meclis’ten ilk toplantısında neyi istemesini tavsiye ederdim; eğer halk benim tavsiyelerimi tutsaydı, nihayetinde bana, bizi uçurumdan kurtarmak için yanıldığım, başka, daha doğrudan, daha uygun, daha özgün, daha belirleyici, daha devrimci araçların mevcut olduğu kanıtlanıncaya dek, düşünülmelerinden, gelişmelerinden ve yayılmalarından halkın bütün dostlarını yükümlü tuttuğum ve uygulamalarına aralıksız gözkulak olacağım bütün önlemleri söyleyeceğim.
Öncelikle, hastalığın nedenini şiddet kullanarak araştıran ve sonunda bu yüzden hastalığın kendisini unutup hastalarının ölümüne neden olan doktorların yaptığı gibi yapmak istemiyoruz. Sonsuz neden – sonuç zincirini takip etmek istemiyoruz. Olguları kendinde incelemek istiyoruz ve diyoruz ki: kötülüğün nedeni kötülüktür. Artık çalışılmıyor; işyerleri kapalı; depolar dolu duruyorlar; piyasa üretim talep etmiyor; sermaye kaçıyor; nakit para ortadan kayboluyor; ticaret durgunlaşıyor; vergiler toplanamıyor; devlet iflasa doğru gidiyor; işçi açlık ve ümitsizlikten kıvranıyor: tek kelimeyle dolaşım durmuştur, bu krizdir.
Toplum, artık eskiden olduğu gibi bireysel mülkiyetle geçinmemektedir. Toplumun geçimi daha genel bir şeyden, dolaşımdan sağlanmaktadır. Bugün toplumsal gövdeye musallat olan bütün hastalık, bir duraklamaya, dolaşım işleminin aksamasına dayandırılabilir. Eğer dolaşım sıkıntıdaysa, tıkanmışsa, aniden durması için en ufak bir politik bahane yetebiliyorsa, bunun nedeni mekanizmanın kötü kurulmuş olmasında, dolaşımın hareketine sekte vurulmasında, organizmanın hasta olmasında yatmaktadır.
Toplum ekonomisinde dolaşım neye dayanmaktadır?
Nakit paraya, paraya.
İtici gücü nedir? Para.
Üretime pazarı açan veya kapatan nedir? Para.
Mübadelenin kralı, ticaretin ölçütü, değerin simgesi nedir? Para.
Öyleyse para dolaşım için gerekli ve vazgeçilmez midir?
Bu soruya alışılageldiği gibi evet diye cevap verilir, ama bilim hayır der.
Ürünler, ürünlerle mübadele edilebilirler, diyor ekonomi bilimi.
Bu, mübadelenin serbest, doğrudan, dolaysız ve eşit olması gerektiği anlamına geliyor.
Alışılageldiği gibi, ürünler parayla mübadele edilebilirler denilir. Bu paranın yalnızca bir aracı, bir spekülasyon aleti, ticaretin özgürlüğü için bir zincir olduğu anlamına gelir.
Ayrıca, para bedavaya çalışmadığı için bu sistemde dolaşım, aynı zamanda toplumsal gövdenin bir kısmının elinde eriyip giderken diğer bir kısmının elinde bollaşan değerin sürekli bir erozyonuna sebep olacaktır.
Yani para mübadele için bir engel, ticaret özgürlüğü ve endüstri için bir zincir, hem aslına bakılırsa gereksiz bir fazlalık, parazit bir faaliyet, hem de maliyetine bakılırsa bir kayıp nedenidir.
Paradan vazgeçmek ve yenileme sermayesi için faizi ortadan kaldırmak; mübadele bankasının kuruluşuyla, özgürlüğün ilk zincirini böyle kırmayı öneriyorum.
Başka bir yerde, bu bankanın ilkelerini ve teorilerini ayrıntılarıyla anlattım, bunların formülü ve ana düşüncesi mübadelenin genelleştirilmesidir. Bu yeni kredi sisteminde dolaşımın itici gücünün hareket tarzının, teminatının ve güvenliğinin ne olacağını açıkladım. Ülkenin bu yolla, yalnızca diskontodan en azından 400 milyonluk bir tasarrufu olacağını kanıtladım. En keskin eleştirilerin konusu olacağı için -bunu artık istemiyorum- bu projeyi tekrar anlatmayacağım.
Mübadele bankası, ancak bütün vatandaşların istemiyle kurulabilir, çünkü gücü onların özgürce katılımına dayanmaktadır. Şimdi, bütün üretici ve tüketicilerin bu katılımını, propaganda yoluyla belki yirmi senede bile sağlanamayacak olan, otuzbeşmilyon vatandaşın bu karşılıklı onayını, hülümet bir hafta gerçekleştirebilir; ben diyorum ki devrimi bir haftada sonuçlandırmak hükümete bağlıdır.
P. J. Proudhon,
Seçilmiş Metinler
Yayınlayan: Thilo Ramm, Stutgart 1963.
P.J. Proudhon’un Makaleler kitabından alınmıştır.
Çeviri M. Tüzel, Birey Yayınları, Temmuz 1992.