“Sunuş”da belirttiğim gibi benim için şiir yazmak -özellikle siyasete girdiğimden beri- bir iletişim aracı bir düşünce açıklama yolu değil bir düşünme yöntemidir. İngiliz ozanı A. E. Houseman “şiir söylenen şey değildir söyleyiş biçimidir” der. Söyleyişle düşünüş arasındaki bağlantı gözönünde tutulursa şiir için “düşünülen şey değil düşünüş biçimidir” de denilebilir.
Topluma bir bildirim (mesajım) olacaksa bunun için şiirden yararlanmam. Yine de yazdığım şiirlerde bir bildiri bulunabilir. Ama çoğu kez ben de o bildiriyi şiirden öğrenirim veya çıkarmaya çalışırım.
Topluma bildiride bulunmak için şiir yazanları eleştirmiyorum. Kimi ozanların topluma insanlığa büyük katkıları olur o yoldan. Ama şiir ille bunun için yazılmalı diyen olursa buna katılamam. Ben yapabildiğim kadar toplumsal görevimi siyasal eylem yoluyla yapıyorum. Siyasal açıklamalarımla yapıyorum. Doğrudan yapıyorum. Şiir benim özel eylemim.
Ne var ki açık toplumda siyaset adamının özel eylemleri de günü geldiğinde açıklanmak gerekir.
Üstelik şiiri özel eylemim saysam bile bu özel eylemin toplumsal yaşamımdan ve siyasal eylemimden büsbütün kopuk olmadığını da biliyorum. Siyasete girdim diye şiir yazmayı şiir çevirmeyi bıraksaydım siyasette ben ben olmazdım.
Bir siyaset adamının bütün yaşamı ve dünyası siyaset olursa onun siyasette bile yararlı olamayacağına inanırım. Her siyaset adamı ille şiirle veya sanatla ilgilenmelidir anlamı çıkarılmasın bu sözümden… Ama her siyaset adamının siyasetten başka bir dünyası da olmalıdır. Zaman zaman o başka dünyasına geçip siyasete siyasetin dışından da bakabilmelidir. Siyasetin bir soyut uğraş olmadığını siyasetin öz konusunun insan olduğunu öz amacının insan özgürlüğü ve mutluluğu olduğunu unutturmayacak bir uğraşı bir bakış açısı bulunmalıdır siyaset adamının.
Bütün dünyası siyaset olursa siyasette yenildi mi veya siyasetten ayrılmak zorunda kaldı mı dünyasının yıkılacağını sanabilir. O yüzden de siyasete sımsıkı sarılır. Topluma veya insanlığa yararlı olabilmek için değil kendi kendini ayakta tutabilmek için sarılır siyasete. Kendisi için sarılır.
Oysa siyaseti bırakınca veya siyaset onu bırakınca kendisini bekleyen ve seve seve gidebileceği yaşayabileceği bir başka dünyası varsa ve siyasete en çok gömüldüğü dönemlerde bile kafasının yüreğinin bir köşesinde o dünyasını da yaşatabiliyor ve o dünyasının da özlemini duyabiliyorsa gözünü hırs bürümez siyaset adamının… Kişisel siyasal hırsı uğrunda topluma insanlığa kıymaz. Ama gerektiğinde toplum uğruna insanlık uğruna insan uğruna kendi siyasal yaşamına kıymayı göze alabilir. Ancak o durumdaki bir siyaset adamı siyasetin tutsaklığından ve sınırlamalarından kurtulup özgür olabilir ve ancak kendi özgür olan siyaset adamı toplumun da insanlığın da insanın da özgürlüğüne gerçek katkıda bulunabilir.
Siyasette güçlü olabilmek için siyasette kişiliğini ve insanlığını yitirmeyebilmek için siyasette zararlı olmayabilmek için başarıyla yengiyle başı dönmeyecek yenilgiyle de yıkılmayacak kadar az bağımlı olunmalıdır siyasete… Gereğinde “Şah” şiirimdeki yenilen şah gibi siyasetin daracık dörtgeninden çıkıp bir başına özgür gidebilme gücünü yüreğinde taşıyabilmelidir siyaset adamı. Ya da Lao Tsu’nun iki bin beş yüz yıl önce öğütlediği gibi “işini bitirince çekilmesini bil”melidir.
Benim için şiirin bir düşünme yöntemi olduğunu söyledim. Düzyazı diliyle düşünülebilenin ötesine geçilebilir bu yöntemle… Başka sanat dallarında da bu olanak vardır. Yeter ki ozan ya da sanatçı şiir ya da sanat dışı bir amaç gözetmesin yaratısında… Öylece kendini her türlü amaç yönlendirmesinden de düşünce duygu ve bilgi koşullandırmasından da bağımsızlaştırarak algılayıp düşünebilsin… Öylece şiirin veya sanatın kendine özgü düşünme sürecine girebilsin…
Bunu başarabildiğimde kendi dışıma bir gücün de olanaklarıyla düşünebilirmiş duyabilirmiş gibi olur. O nedenledir ki eskiler “esin”den veya “ilham perisin”den ya da eski Yunan diliyle “mousa”dan (müz’den) sözederlermiş. Ozanın ya da sanatçının benliği dışında da bir güç kaynağı varsayarlarmış. Kuşkusuz öyle bir dış gücü öyle bir “peri”si yoktur ozanın ya da sanatçının… Tam tersine… Sınırlamalardan koşullanmalardan kurtulunca düşüncede ve duyguda benliğine daha çok erişebilmektedir. Amaçların yönlendirmesinden düşüncelerin koşullandırmasından bilgilerin ve dilin sınırlamasından kurtulabildiği oranda benliğinde saklı düşünme ve duyma gücünü harekete geçirebilmektedir. Aşkın (transcendant) düşünce alanına yükselebilmektedir. Bilinçten bilinçaltına bilinçdışına ortak bilinçdışına geçebilmektedir.
Yalnız ozanlar sanatçılar değil büyük buluşlarda bulunan veya bilimde devrim yapan bilimadamlarından da bir çoğu düşünce ve bilgi koşullandırmasının sınırını aşarak düşünebilen kimselerdir. Aşkın düşünebilen kimselerdir. Bulduklarını yanlışlıkla bulan veya aramadıklarını bulan bilim adamlarından sözetmiyorum. Ama bilgi koşullandırmasının sınırlarını aşabildikleri için Hindistan’a tersinden ulaşmak üzere bilinmeyen denizlere açılabilip yolda Amerika’lar bulabilen türden bilim adamları vardır onlardan sözediyorum. Öylelerinin de ötesinde düşüncesini her türlü bağımlılıktan kurtarabildiği ve özgür düşünebildiği için veya Souriau (Etienne Souriau: Çağdaş Fransız Estetikçisi) ‘nun deyimiyle “açıktan” düşünebildiği için veya aradığını -bir nesnel bilimsel gerçek bile olsa- kendi dışında değil kendinde aradığı için bilimde devrim yapabilen bilim adamından sözediyorum. Usçu düşüncenin özellikle bilim alanında ağır basmaya başlayışından beri daha çok genç bilim adamları arasından çıkıyor böyleleri. Çünkü yaşlarını başlarını aldıkça ağırlaşan bilgi birikimlerinin koşullandırmasından ve usçu düşüncenin katı sınırlamasından kendilerini kurtarabilmeleri güçleşiyor.
Ozanın ve sanatçınınsa -kimi baskı yönetimleri dışında- usçu düşünme zorunluluğu yoktur. O nedenle ozanlarla sanatçılar ömürlerinin sonuna değin “açıktan” düşünme ya da aşkın düşünme yeteneklerini sürdürebilmektedirler.
Bu sözlerimden usçu düşüncenin değerini yararını bilmediğim veya yadsıdığım sanılmasın. Usçu düşüncenin sınırlılığını ve o sınırın ancak aşkın düşünceyle aşılabileceğini belirtmek istiyorum yalnız. Ama biliyorum ki aşkın düşüncenin erişip açtığı alanlarda bilim de uygarlık da siyaset de ancak usçu düşünceyle yerli yerine yerleşebilir işlerlik ve geçerlilik kazanabilir.
İstediğiniz kadar “açıktan” düşünün… İstediğiniz kadar aşkın düşünün us dışı veya bilinç dışı düşünün… Başlıca düşünce aracınız dildir. Dil de ortak gözlemleri duyuları duyguları izlenimleri nesnel olarak belirleyip tanımlayan sözcüklerden oluşur. Üstelik bu sözcüklerin ardarda dizilişi belli kurallara göre olur. Bu da düşüncede büyük ölçüde bağımlı kılar insanı. O bağımlılıktan bir ölçüde kurtulabilmek olanağı en çok şiirde vardır. Çünkü anlatmakla yükümlü değildir ozan. Nasıl bir heykeltraştan taşı veya tuncu günlük yaşamda işe yarayacak biçimde kullanması beklenmezse ozandan da sözcükleri tümceleri günlük konuşmada veya yazışmada kısacası toplumsal iletişimde işe yarayacak biçimde kullanması beklenemez.
Anlatma yükümlülüğünden ve sorumluluğunda kurtulması dilde özgürlük kazandırır ozana… Dilde özgürlükse düşünmede özgürlüğü arttırır.
Kuşkusuz kesin bir özgürlük değildir bu… Kesin özgürlük yoktur aslında. Göreceli bir özgürlüktür bu… Fakat göreceli de olsa önemli bir özgürlüktür.
Şiir dışı amaçla yazılan şiir topluma bildiride bulunmak için yazılan şiir bu özgürlüğü kullanamaz. Çünkü öyle şiir bir iletişim aracıdır. Bir şeyler anlatmak zorundadır. Şiirin dilde ve düşüncede sağladığı göreceli özgürlükten ancak şiiri bir iletişim aracı olmaktan çıkardınız mı yararlanabilirsiniz.
Bu bir anlamda şiiri kendimiz için yazmak demektir. Ama kendimiz için yazarken de insan için yazmış olursunuz. Şiirle kendinizde bulduğunuz tüm insanlık için bulmuşsunuzdur. Bir gerçeği veya doğruyu kendinizde duyamazsanız bulamazsanız dışınızda hiç duyamaz hiç bulamazsınız. O nedenle bencillik değildir şiiri kendisi için yazmak…
Ben de gazeteciliğe hele siyasete girdikten sonra kendim için yazar oldum şiiri. Çünkü artık bir iletişim aracı olarak şiiri kullanmama gerek kalmamıştı. Gazetecilikte de siyasette de toplumla -şiire gerek kalmaksızın- doğrudan doğruya iletişim kurabiliyordum. Toplumsal işlevimi o yoldan yapabiliyordum. Öyle olunce şiirde daha özgürleşebildim. Şiir yazmaya ancak bir düşünce ve duyma yöntemi olarak gerek duyar oldum. Dili dileğince kullanabilirdim artık şiirde… Söz dizini kurallar dışına çıkabilirdim. Kimse kınayamazdı beni bu yüzden. Kimse bunun hesabını soramazdı benden. Kimse “ne demek istiyorsun” diye soramazdı bana. Kimse “neden şu konuyu işledin” “neden şu düşünceyi dile getirdin” diyemezdi.
Şiiri bu özgürlükle yazabilir olunca daha rahat yazar oldum. Şiirden kendi düşüncelerimi oluşturmada daha çok yararlanır oldum. Üstelik siyaset adamlığının tutsağı olmaktan kurtuldum şiirle… Çoğunu attım eski şiirlerimin. Onladan çoğu şiirin eşiğinde yazılmış şeylerdi benim için. Şiirin eşiğinden içeri ancak siyaset adamı olduktan sonra girebildim. Bir çelişki gibi görünebilir bu… Ama Lao Tsu’nun dediği gibi “doğru bazen böyle çelişkilidir”.
Ne var ki iletişim dürtüsü bastırılamaz bir dürtüdür insanda…
Ben de bu dürtüye kendimi bırakıyorum şimdi. Kendim için yazdığımı söylediğim şiirleri yayınlıyorum. Zaten kendisi için düşünürken de kendisi için bulurken de kendisi için yazarken de herşeyi insan çin yapıyordur kişi… İlkin kendinizi anlayabilmelisiniz ki başkalarını da anlayabilesiniz. Kendini ve başkalarını anlamadan da siyasette bir işe yaranamaz.
İnsanlık şiirin sağladığı özgürlüğü bir ölçüde olsun kullanmazsa dil insanın aracı olmaktan çıkar insan dilin aracı olur. Aracın aracı olur insan. Özne olmaktan çıkar nesne olur. Öznelliğin ilkel ve aşılmaz gücünden yoksunlaşır. Alman düşünürü Hamann “şiiir insanlığın anadilidir” derken bunu belirlemek ister. Çünkü dilin kaynağında özünde”nesneleri belli niteliklerine göre nesnel olarak gözleyip bölümlemekten (tasnif etmekten) önce öznel duygunun ilkel gücü vardır” (Ernst Cassirer – Language and Myth).
Şiirsiz kalan toplum bu nedenle “insanlığın ana dili”nden kopmuş olur. Dile yabancılaşır. O yüzden kendine de yabancılaşır.
Dille düşüncenin ilişkisi gözönünde tutulursa öyle bir toplumda düşünce de giderek bundan etkilenir ve öznelliğini yitirip kişiye yabancılaşır.
Öyle bir toplumun insanları sloganlarla konuşurlar artık. Daha kötüsü sloganlarla düşünürler. Daha da doğrusu pek düşünmez olurlar.
Düşüncenin basmakalıplaşmasını isteyen baskı yönetimleri o yüzdendir ki genellikle ozanları da baskı altına almak isterler. Ozan yönetime ve toplum sorunlarına karışmasa değinmese bile baskı yönetimi ozana karışma gereğini onunla uğraşma gereğini duyar. Çünkü korkar ozandan baskı yönetimi. Çünkü ozan yüzünden dilin ve dil yoluyla da düşüncenin ilkel gücü diriliverirse diye korkar. Dirilir de kafalara ve duygulara örülmek istenen duvarları yıkarsa çizilmek istenen sınırları aşarsa diye korkar. İnsanlar basmakalıp düşünceler dışında düşünmeye ezberletilmiş sloganlar dışında konuşmaya başlarsa diye korkar.
Tarihi boyunca Türk toplumu Türk halkı -dünyanın her yerinde- basmakalıp düşünür olmaktan ve baskılar altında suskunlaşıp veya nesneleşip benliğini yitirmekten şiirle kurtulmuştur. Bugün de şiirle kurtulmaktadır. Düşünceye konulan yasaklarınerişemediği bir özgürlük alanı olagelmiştir Türk halkının özellikle Türk köylüsünün… Şiirdir bu alan. Çağlar yasalar yönetimler değişir fakat “insanlığın ana dili”yle kendi dilediği gibi düşünür yazar ya da söyler Türk köylüsü. Ne yasaklar ne “olağanüstü hal”ler ne “sıkıyönetimler” susturabilmiştir bugüne değin o “ana dili”ni Türk halkında…
Şiirdeki göreceli düşünce özgürlüğünün nedenini biraz daha açıklamak isterim.
Ozan -özellikle şiirinde şiir dışı amaç gütmeyen ozan- şiiri bir iletişim aracı olarak kullanmak zorunda değildir. Anlatmak için yazmadığına göre anlaşılmak zorunda da değildir. Anlatmaktan çok anlamak için yazıyordur. Kimi ozanlar hiç ilgilenmezler anlatmakla. Salt anlamak için yazarlar. Bulunmuşu bilmek ya da bildirmek için değil bulmak için yazarlar.
Bulmak için aramazlar da üstelik. Bulunmuşu da arayışı da bırakırlar bir yana. Bulunmuşla kendilerini sınırlamayacak arayışla da kendilerini ve arananı zorlamayacak kadar özgürleştiklerinde rastlayabileceklerini bilirler ya da umarlar. Hindistan’a tersinden ulaşmak için bile açılmazlar bilinmeyen denizlere… Açılmak için açılırlar. Latin ozanı Virgilius’un deyişiyle
“Gerçek sizi ardından koşturur. Tükenirsiniz
bir noktada bırakırsınız ardından koşmayı.
ancak o zaman gerçek gülerek size teslim olur”.
Ozan da bulmak istediğinin ardından koşmanın geçersizliğini bilir. Kalıplaşmış düşünce kalaslarını söküp atar kafasından. Bilginin toz birikintilerinden arındırır algılama gücünü. Kafasının duyularının kapılarını camlarını açabildiğince açar ve bekler. Çünkü Hint ozanı Tagor’un dediği gibi göz gözü görmeyen gecede “belli değil”dir gerçeğin”nerden geleceği”…
Büyük bilim adamlarının yüzyıllar süren arayışlardan deneyişlerden sonra bulabildikleri bazı gerçekleri kimi ozanların -üstelik “ümmi” denen kimi ozanların- yüzlerce binlerce yıl önce aramadan bulmuş olmalarının başka türlü açıklaması olabilir mi?
Felsefe bilimden şiir de felsefeden önce gelir buluculukta. Çünkü filozof bilim adamından ozan da filozoftan özgür düşünebilir.
Çünkü ozan dilde de hepsinden özgürdür.
Söz dizimi veya dilbilgisi kuralları açısından yargılanamaz bir ozanın kurduğu “tümce”ler… Tümce kurmaya bile zorlanamaz bir ozan. Ortaya tümceler çıksın diye sözcükleri tümlemekle yükümlü değildir o… Dizelerde kırıp dökebilir sözdizimini.
Çağdaş İngiliz ozanı Donald Davie’nin “Articulate Energy” adlı yapıtındaki deyişiyle
“Şiirin sözdizimi mantıkçılarla dilbilgicilerin söz dizimi anlayışında tümüyle değişiktir. Bir ozan eğer dilbilgicinin de anlayışına uygun sözdizimi kullanıyorsa bunu sırf alışkıya uymak istediğinden yapıyordur.”(Michael Hamburger – The Truth of Poetry)
yoksa zorunlu olduğundan değil…
Sözcüklerin toplumca benimsenmiş içeriğiyle de bağımlı değildir ozan. Başkalarının toplumsal işlevler için veya nesnel gözlemler için kullandığı sözcüklere özel eylemi için de öznel izlenimleri için de kullanabilir. Her sözcüğe her kavrama yeni bir içerik katabilir. Aşınmış sözcükleri kavramları onarıp yenileştirebilir. Ölmüş sözcükleri kavramları bir başka yaşamda diriltebilir. Yeni sözcükler oluşturabilir. Dilde bütün bu özgürlükle bilim adamından da filozoftan da ve daha başkalarından da çok ozana tanınmıştır.
Öylece ozanın dilinde daha çok işlerlik kazanır dil. Daha çok işe yarar olur. Dili bir iletişim aracı olarak kullanmasa bile bir iletişim aracı olarak da olanaklarını genişletir değerini yükseltir dilin.
Dilin olanaklarını genişletirken düşüncenin de sınırlarını genişletmiş olur.
Öylece şiiri şiir dışı bir amaçla yazmasa da başkaları için değil kendisi için yazsa da yine insanlar için düşünmüş yazmış olur ozan… Kendisi için yazarken de ve dışa değil içe dönükken de insana ve insanlığa yararlı olur.
Kişi gerçeği kendi dışında değil kendinde bulabilir ancak. Kendi dışında görüntüsünü gözleyebilir gerçeğin. Kendinde ise görüntünün gerçeğini bulabilir.
Gerçeği ışıldakla kendi dışında arayan kişi değildir ozan… İçinin radarındaki yansımalarda bulan veya sezen kişidir gerçeği… Işıldağın görebildiği gösterebildiği çok azdır. Kör noktaları sonsuzdur. Radarınsa kör noktaları azdır. Işıldak bir anda bir yana yönelebilir ancak. Radarsa bir anda her yana açıktır. Işıldak ara durur. Radarsa aramadan bulur. Bir simya klavuzunun yazdığı gibi “arayıl ancak arayanda yoğunlaşırsa taş bulunur”. (Arthur Koestler – The Act of Creation, Bölüm 7)
Simya klavuzunun tanıklığına ne gerek? Türk tasavvuf yazınının nice ozanı gerçeği kendinde aramayı salık vermemiş midir? Hacı Bayram Veli’nin diliyle “kendüde buldu kendüde buldu maksudunu” gönül.
İsviçre’li ruh bilimci Jung’un “yönlendirilmiş düşünce” kavramı vardır. (Karl Jung – Physcology of the Unconcious, Bölüm 1). Işıldak ona benzer. Radarsa yine Jung’un deyimiyle – yönlendirilmiş düşüncenin karşıtı olan – “öznel düşünce” ye benzer.
Tıpkı radarın belli bir yöne değil her yöne açık olan vericilik – alıcılık işlevi gibi öznel düşünce de yönsüzdür. “Açıktan” düşünür içten düşünür yakından düşünür uzaktan düşünür öznel düşünebilen kişi… Belleğiyle bile sınırlı değildir. Belleğin altındaki anımsamanın gerilerindeki düşler dünyasına efsaneler dünyasına kısacası insanlığın ortak bilinç dışına açılıp uzanabilir. Duygularla düşüncelerin sezgilerle bilgilerin henüz birbirine değmediği alanlarda dolaşabilir.
Şiir dışı amaç gütmeyen ozan böylesi bir öznel düşünce özgürlüğüne kavuşabilmiş demektir.
Yönlendirilmiş düşünce uygulama için de yaşam için de zorunludur. Uygulamalı bilimler için zorunlu… Düzenli toplumsal yaşam için zorunlu…
Öznel düşünce ise zorunlu değldir ama yararlıdır. Bazen zorunlu olandan da yararlı…
Denebilir ki şiir dışı amaç gütmeyen veya bir toplumsal işleve yönelmeyen şiir boş laftır öyle şiir olmasa da olur… Yine denebilir ki şiir hiç olmasa da olur ama bilim olmasa teknik olmasa siyaset olmasa olmaz. Fakat Lao Tsu’nun dediği gibi
“olandan kar gelir
olmayandan yarar”
Çünkü yine Lao Tsu’nun dediği gibi
“bir testi yaparsın
çamurdan
içindeki boşluktur
onu yararlı kılan.”
Şiirin boşluğu da bu türden bir boşluktur. Yararlı boşluktur. İnsanlar – hele siyaset adamları – böylesi yararlı bir “boşluk” bırakmazlarsa yaşamlarında tüm yaşamları toplumsal işlevleriyle dolu olsa bile yararsız olaiblirler.
İçe dönük öznel düşüncenin siyasete – yalnız dolaylı değil – doğrudan doğruya yararlı olabilecek bir yönü ve işlevi de vardır.
Kişinin gerçeği kendinde bulabileceğini söylemiştim. Savaşlar da kişinin ve toplumdun kendinde verilir aslında. Her savaş ancak görünürde dışa dönüktür. Her savaş kişilerin veya toplumların kendi içlerinde kazanılır ya da yitirilir.
Bir savaşı karşınızdakine karşı kazanabilmek için ilkin kendi içinizde kazanmanız gerekir. Yalnız dış güçlere karşı savaşılarak kazanılmış bir kurtuluş savaşı yoktur.
Savaş önce kişilerin kafasında doğar. Kişilerin kafasında yüreğinde kazanılır. Özsavaştır bu…
Özsavaşı kazanınca belli bir güç edinirsiniz o güçle yakın çevrenizde bir savaş vermeniz gerekir. Çevre savaşıdır bu da…
Çevre savaşını kazandığınızda edineceğiniz daha büyük güçle toplum içinde bir savaş vermeniz gerekir. İç savaş diyebilirsiniz buna…
Ancak o iç savaşı sürdürürken dış savaşı verebilirsiniz.
Türk Kurtuluş Savaşı öyle olmadı mı? Atatürk o savaşı ilkin kendi kafasında yüreğinde verip kazandı. Sonra çevresinde savaş verip kazandı. Sonra da bir yandan kendi toplumunda iç savaşı sürdürürken onun yanı sıra dışa dönük savaşı yürüttü. Ve ancak bu özsavaştan ve onu izleyen çevre savaşından ve onu da izleyen içsavaştan aldığı güçle dış güçlere karşı bir kurtuluş savaşını oluşturup kazanabildi.
Vietnam Savaşında Vietnamlı’ların kazandıkları başarının da gizi buradadır.
Vietnam halkının gücüyle Amerika Birleşik Devletlerinin gücü karşılaştırılırsa birinin bir karınca kadar çelimsiz, öbürünün bir kaplan kadar göz korkutucu olduğu görülür. Vietnam Savaşını aslında Vietnam halkı kendi içinde Amierka halkı da kendi içinde vermiştir. Vietnam halkı kendi içinde kazanırken Amerika halkı da kendi içinde yitirmiştir bu savaşı… Koca kaplan o nedenle bir küçük karıncaya yenilmiştir. Ve siyaset adamı olmadan önce sanatçı ve ozan olan Ho Çi Minh’in kafasında başlamıştır bu savaş… Veya Ho Çi Minh gibi düşünebilenlerin kafasında…
Hint savaş destanı “Bhagavatgita”da da bir adamın kendi kafasındaki yüreğindeki savaş anlatılıt. Kendi kafasındaki yüreğindeki savaşı kazanmadan dış güçlere karşı savaşı başlatabilmesi söz konusu bile değildir destan kahramanının…
Bir insanın kendi kafasındaki yüreğindeki bir savaşı kazanabilmesi içinse içe dönük düşünebilmesi özgür düşünebilmesi gerekir. Yasalardan – yasaklardan da çelişkilerden de korkmayacak kadar özgür ve cesur düşünebilmesi gerekir.
Bunu başarabilmek için ille şiir yazmak gerekmez ama şiir böyle düşünebilmeyi özellikle kolaylaştırır. Yeter ki şiir dışı bir amaçla yazmasın ozan… Şiiri bir iletişim aracı olarak seçmiş olmasın… Bu kurala uyabilirse kafasının bütün kapılarını camlarını açarak düşünebilir.
Yüreğinde çelişen duyguları kafasında çelişen düşünceleri serbestçe çatıştırabilir. Ve o çatışmalardan gerçeğin doğrunun kıvılcımı parlayabilir bir anda… Dışa dönük düşünürken göremediği bir çıkış yolu aydınlatabilir o kıvılcımla…
“Gerçeğin şimşeği düşüncelerin çatışmasıyla çakar” (“Barika-yı hakikat müsademe-yi efkardan doğar” – Ziya Paşa) demiş ozan.
Gerçeğin şimşeğini çaktırmak için düşüncenizi ille başkalarının düşüncesiyle çatıştırmağa ne gerek var? Ondan önce insan kendi kafasında bu çatışmayı özgürce – yan tutmayacak kadar özgürce – yapabilmelidir. Lao Tsu’nun dediği gibi “doğru”nun “bazen çelişkili” olabileceğini bile içine sindirebilmelidir.
Zaman zaman usçu düşünce sınırlarını zorlayan Doğulu kafası Zen Budizminde – yalnız çelişen düşünceleri değil – biribiriyle ilişiği olmayan düşünceleri bile çatıştırarak gerçek kıvılcımını yandırabilmeyi neredeyse bir bilimsel yöntem durumuna getirmiştir. Bizim halk ozanlarımızın da başıyla sonu biribirini tutmaz gibi görünen nice manileri vardır. Ama o başıyla sonu biribirini tutmayan düşüncelerden imgelerden şaşırtıcı bir uyum doğuverir sarsıcı bir etki çıkıverir ortaya ve ancak şiirler düşünülebilen bir gerçek kıvılcımı çakıverir.
Kimi insanlar özgür olmayı davranışlarında kurallara törelere uymamakta veya toplumsal sınırları yasakları aşmakta ararlar. Oysa gerçek özgürlük içte özgürlüktür. Kendi kafanızda kazılı sınırları aşabiliyor musunuz? İşte o zaman ancak gerçek özgür olursunuz.
Bir film görmüştüm. Kafasında ve gönlünde özgür olan bir kızla öylesi bir özgürlüğe erişemeyen sevgilisi arasındaki gerilimi anlatan bir film… Kızın o yüzden kendisini hor görmesine dayanamayan erkek bir gün kızın ve sokaktakilerin şaşkınlıktan açılan gözleri önünde çırılçıplak soyunup pencerenin dışına çıkar ve
– Bak işte özgür oldum
Diye öğünür.
Kızın verdiği karşılık şu olur:
– Özgür değilsin çıplaksın.
İç özgürlükle dışa dönük özgürlük arasındaki ayrım bundan daha tatlı belirtilemezdi sanırım.
Kimi şiirle sağlayabilir iç özgürlüğünü kimi başka yollardan sağlayabilir. Ne yoldan olursa olsun iç özgürlük sağlanmadan gerçek özgür olunamaz ve toplumun da insanlığın da insanın da özgürlüğüne katkıda bulunulamaz.
BÜLENT ECEVİT
Haziran 1976.
Bülent Ecevit’in “Şiirler” kitabından alınmıştır