Üç gün hep güneye gidersen, karşına, iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu bir kent, Anastasia dikiliverir. Önce burada ucuza satılan şeyleri sıralayayım: akik, oniks, zümrüt ve diğer kuartz çeşitleri; buralarda, bekletilmiş kiraz ağacından kesilen odun ateşinde, bol kekikle pişirilen nar gibi kızarmış sülün etini de övmeliyim; bir bahçenin havuzunda yıkanırken gördüğüm ve -anlatılanlara göre- yoldan geçenleri, bazen kendileriyle birlikte soyunmaya ve suda şakalaşmaya davet eden kadınlardan da söz etmeliyim. Bütün bunlarla kentin gerçek özünü anlatamam oysa sana: çünkü Anastasia’nın anlatısı, sonradan boğmak zorunda kalacağın arzuları içinde bir bir uyandırmaktan öteye geçemezken, bir sabah kendisini Anastasia’nın orta yerinde buluveren birinde arzular hep birden ayaklanır ve kuşatıverir seni. Kent her arzunun mutlaka yaşanması gerektiği, senin de parçası olduğun bir bütünmüş gibi gelir sana, oysa o, senin keyif alamadığın her şeyin tadına varır, sana da bu arzuda yaşamak ve bununla yetinmek kalır. Kancık kent Anastasia’nın, kimine göre kötü, kimine göre iyi, böyle bir gücü var işte: eğer günde sekiz saat akik, oniks ya da zümrüt kesiyorsan, senin, arzuya biçim veren yorgunluğun, kendi biçimini o arzudan alır, ve sen Anastasia’nın tümüyle keyfini çıkardığını düşünürken sadece tutsağı olursun onun
Görünmez Kentler
Yüksek burçlarıyla Zaira’yı boşuna anlatmaya çalışacağım sana gönlüyüce Kubilay. Merdiven yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir: bir sokak lambasının yerden yüksekliği ve orada idam edilen zorbanın sallanan ayakları ile yer arasındaki uzaklıktır; o lambadan karşı parmaklığa gerilen ip ve kraliçenin düğün alayının geçeceği güzergahı süsleyen festonlardır; parmaklığın yüksekliği ve şafakta onun üzerinden atlayıp kaçan gizli sevgilinin sıçrayışıdır; bir saçağın eğimi ve aynı pencereye süzülen bir kedinin o saçak üzerinde kayarcasına yürüyüşüdür; burunun arkasından birden çıkıveren harp gemisinin toplarıyla çizdiği siluet ve saçağı yok eden bombadır; balık ağlarındaki yırtıklar ve ağlarını yamamak üzere iskeleye oturmuş, kraliçenin gayri meşru oğlu olduğu ve kundağıyla, oraya, iskeleye bırakıldığı rivayet edilen zorbanın harp gemisinin hikayesini yüzüncü kez birbirlerine anlatan o üç yaşlı adamdır.
Anılardan akıp gelen bu dalgayı bir sünger gibi emer kent, ve genişler. Zaira’nın bugün olduğu biçimiyle bir anlatışı Zaira’nın tüm geçmişini içermeli. Oysa kent geçmişini dile vurmaz, çizik, çentik, oyma ve kakmalarında zamanın izini taşıyan her parçasına, sokak köşelerine, pencere parmaklıklarına, merdiven trabzanlarına, paratoner antenlerine, bayrak direklerine yazılı geçmişini bir elin çizgileri gibi barındırır içinde.
Dorotea iki türlü anlatılabilir: kenti, her biri üç yüz ev ve yedi yüz bacadan oluşan dokuz mahalleye bölerek boydan boya kateden dört yeşil kanaldan, bu kanalları suları ile besleyen ve kaleyi çepeçevre dolaşan hendekten, hendeği aşarak kaleyi karşıya bağlayan iner-kalkar yaylı köprülere açılan yedi kapının dayandığı surlardan ve bunların üzerinde yükselen dört alüminyum kuleden söz eder, her mahallenin gelinlik kızlarının öteki mahalleden gençlerle evlendiğini, ailelerin kendi tekelinde tuttuğu, bergamut, havyar, astrolap, ametist gibi şeyleri aralarında takas ettiklerini göz önüne alarak bütün bu verilerden hareketle kentten geçmişte, şimdi ve gelecekte talep edeceğin şeylerin tümünü keşfedinceye dek hesaplar yapılabileceğini anlatabilirsin; ya da beni oraya götüren deveci gibi yapar şöyle dersin: “Bu kente, ilk gençlik yıllarımda, bir sabah vakti geldim: sokaklarda yığınla insan hızla pazara doğru gidiyordu, kadınların güzel dişleri vardı ve gözlerinin içine içine bakıyorlardı, tahta bir set üzerinde üç asker klarnet çalıyordu, dört bir yanda çemberler dönüyor, rengarenk pankartlar rüzgarda uçuşuyordu. O ana dek benim gördüğüm tek şey çöl ve kervan izleriydi. O sabah, Dorotea’da, yaşamdan umamayacağım hiçbir nimet yokmuş gibi geldi bana. Daha sonraki yıllarda gözlerim, çölün bitimsiz kumlarını ve kervan izlerini seyretmeye döndü; oysa şimdi biliyorum: bu, o sabah Dorotea’da bana açılan bir sürü yoldan sadece birisiydi”.
Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzular, İsidora’ya varır sonunda. Burada evlerin salyangoz kabuklarıyla kaplı helezoni merdivenleri vardır, en iyi dürbün ve keman burada yapılır, bir yabancı, iki kadın arasında bocaladığında, burada daima bir üçüncüsüne rastlar, ve horoz döğüşleri burada bahisçilerin kanlı kavgalarına dönüşür. Bir kent arzuladığında hep bunları düşünürdü o. Onun hayallerinin kenti İsidora öyleyse: bir farkla. Düşlenen kent gençliğiyle içeriyordu onu; geç yaşta gelir İsidora’ya. Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.
İnsan oradan yola çıkar üç gün hep doğuya giderse Diomira’da bulur kendisini. Kentin altmış gümüş kubbesi, bronzdan tanrı heykelleri, kalay kaplı yolları, kristal bir tiyatrosu, bir kulenin tepesinde her sabah öten altın bir horozu vardır. Daha önce hepsini başka kentlerde de gördüğünden, yolcu bu güzellikleri zaten tanır. Ama başkadır bu kent: günlerin kısaldığı bir eylül akşamı, lokanta kapılarında rengarenk lambalar hep birden yandığında, ve terasın birinden bir kadın: ooh! diye keyifle bağırırken bu kente gelen biri, o an, aynı akşamı daha önce de yaşadığını ve o kez mutlu olduğunu anımsayanları kıskanır.
Marco Polo yolculuklarında gördüğü kentleri kendisine anlatırken Kubilay Han’ın onun her dediğine inandığı söylenemez, ama kesin bir şey var, o da Tatar imparatorunun genç Venedikliyi, diğer bütün ulak ve kaşiflerinden daha büyük bir merak ve dikkatle dinlemeyi sürdürdüğü, imparatorların yaşamında bir an vardır: zapt ettiğimiz uçsuz bucaksız toprakların verdiği gurur duygusunu, bu diyarları tanımak ve kavramaktan yakında vazgeçeceğimizi bilmenin hüzün ve rahatlığını izleyen andır; bir duygu vardır: yağmurun ardından fillerin ve ocaklarda ağır ağır soğuyan güllük ağacı küllerinin yaydığı kokuyla birlikte akşam içimize çöküveren bir boşluk duygusudur; haritaların kızıl-sarı kavislerine, öyküler dokurcasına işlenmiş ırmakları ve dağları titreten, son düşman ordulannın bir bozgundan diğerine yok oluşunu bildiren mektupları birbiri üstüne düren, değerli madenler, işlenmiş deri ve kaplumbağa kabuklarıyla ödedikleri vergiler karşılığında muzaffer ordulanmızdan himaye dilenen adı sanı duyulmamış kralların mühründeki mumu söküp atan bir baş dönmesi vardır. O ana dek bize bir harikalar harikası gibi görünen imparatorluğun, ‘son’suz ve ‘biçim’siz bir yıkıntı olduğunu, çürümüşlüğünün asamızın kurtaramayacağı kadar kangrenleştiğini, düşman krallara karşı kazanılmış zaferlerin bizi onların ağır, uzun yıkımlarının mirasçısı kıldığını keşfettiğimiz bir umarsızlık anıdır bu. Kubilay Han, yalnız Marco Polo’nun anlattıklarında yıkılmaya mahkum surların ve kulelerin ötesine geçiyor, akkarıncaların bile kemiremeyeceği kadar ince bir resmin telkari çizgilerini yalnız orada seçebiliyordu.
“Marco Polo yolculuklarında gördüğü kentleri kendisine anlatırken, Kubilay Han’ın onun her dediğine inandığı söylenemez”: hiçbir atlasta bulunmayan kentlere yapılan yolculukların anlatısı böyle başlıyor Görünmez Kentler’de. Coğrafi ve tarihsel bir yabancılaşmanın ilmek ilmek dokunduğu bu kitapta her kent bir kadın adı taşıyor; bu kentlerin hangi geçmişe, hangi şimdiye ve hangi geleceğe ait olduğunu bilmek olanaksız. Kitabın ilk satırlarından başlayarak okuru saran büyü, Harikalar Kitabı’ndaki ya da Binbir Gece Masalları’ndaki düş diyarı Doğu’nün büyüsü. Ama satırlar ilerledikçe göstergeler dağarı ağır ağır değişir. Yerküreyi giderek örten çağdaş devkentlerin ortasında buluruz kendimizi ve düş kentleri, gölgelerini imgelem perdemizin üzerine düşürdükçe kentler çizgilere, noktalara dönüşür, ve görünmez olur. Düşlerde yaşayan bir Marco Polo’nun, hüzünlü bir Yüce Han’a anlattıkları, tıpkı Ortaçağ’in coğrafya bilgileri gibi, öznel ve tartışılmaz bir amblemler katalogu olur çıkar. Düzyazı şiirlerden, masallardan düşlerden oluşan bölümlerde birinden ötekine, yine de bir rota çizilebilir, bir yolculuğun gizli güzergahı izlenebilir. Belki de, yerlerle sakinleri arasındaki ilişkilerin, kentleri tüm açılarıyla bize yaşatan, onları bizim bir parçamız kılan arzuların ve bunalımların içine bugün hala yapılabilecek tek olası yolculuğun güzergahıdır bu. Görünmez Kentler’le Italo Calvino, cevaplamaktan çok soru soran, kendisini irdeleyerek, sorgulayarak gelişen, çoğul yön ve katmanları özgürce kateden özenli ve kusursuz bir yapıya yerleşerek her okura, kendi nedenleri ve duygularına göre bozup bozup kurabileceği bir kitap yazdı. Görünmez Kentler, Calvino’nun en önemli kitabı sayılıyor.
Remzi Kitabevi, Çilek serisi
Türkçesi : Işıl Saatçıoğlu (İtalyanca’dan çeviri)